1) Etik ve Küreselleşme
BÖLÜMLER
Giriş: Etik ve İş Etiği
1) Şirket Etiği
2) Ekonomi ve Etik
3) Sözleşme
4) Etik ve İş Etiği
5) Ekonomi ve Küreselleşme
6) Etik Gerilik ve Kültürel Çoğulculuk
7) Küreselleşme ve Etik Normların Evrimi
8) Kötü Ekonomi ve Geri Etik
|
ETİK, EKONOMİ, KÜRESELLEŞME
İÇERİK
1) Etik ve Küreselleşme
2) Kollektif Eylem Kavramı
3) Etik ve Ekonomi
4) Modern Yunan Etiğine Doğru
5) G20 ve Küreselleşme
6) TEİD 2015 / 5. Uluslararası Etik Zirvesi: İş Etiği ve Küreselleşme |
|
Kavram ve Realite
Ekonominin büyümesi ya da toplumun gelişmesi varolan yapıların geçici olduğu, her zaman daha iyilerinin ileride beklediği anlamına da gelir. Bu gelişme ya da iyileşme olguların yeterince iyi ve sağlam olmadıkları ve ideallerine, kavramlarına doğru değiştikleri ve evrimlendikleri
anlamına gelir. Bu ideal ölçünlerin ya da normların varlığı kabul edildiğinde, realitenin olgularını gerçek olarak almak gereksizleşir. Olguculuk olguları ölçüt alır. Ama bir devlet, bir toplum, bir yasa, bir kültür yeterince gerçek olmayabilir, kavramına uygun düşmeyebilir, ve durum genellikle ya da tarihsel olarak böyledir. İdeal normları, örneğin bir toplumun en iyi biçiminin ne olduğunu salt düşünme yoluyla çıkarsayamayız. İdeal normlar düşüncesinin bulucusu olan Platon’un kendisi bu konuda en büyük çuvallamalardan birinin örneğini de verir ve “ideal devlet’ dediği yapı gerçekte bir eşitsizlik, türesizlik, haksızlık yapısı idi. Bu onun Karl Popper’ın sandığı gibi totaliter olduğu anlamına gelmez, çünkü totaliterlik ya da bütüncülcülük yalnızca politik yapının baştan sona yukarıdan belirlenmesini değil, bu belirlemenin zor ve şiddet yoluyla yapılmasını anlatır. Platon’un “filozof kralı” böyle bir zorba ya da diktatör değildi. Dahası, görevine on yıllar süren diyalektik eğitiminden ve türe için tam yetkinliği kazandıktan sonra atanıyordu. Karl Popper kendine eleştirel rasyonalist demesine karşın, ne rasyonalist idi, ne de eleştirisi kişisel bir bakış açısından daha öte bir değer ve anlam taşıyordu. İdeal normları kabul etmiyor, onları metafizik olarak görüyor, ve olguları oldukları gibi modeller olarak alarak en iyisinden bir karşılaştırma yapıyordu. Eleştirisi göreli, ve felsefesi görgücü idi. Özgürlük kavramını, duyunç ve istenç kavramlarını çiğnediğinin bilincinde değildi ve modern Yurttaş Toplumunun gerçek yapısını formüle eden Hegel’i anlamadan, aslında okumadan totaliterlik ve kapalı toplum savunucusu olarak suçladı. Bu davranışının nedeni sözde rasyonalizminin gerçekte us ile hiçbir ilgisi olmayan ve sık sık usun kendisi ile çarpışan bir bakış açısı olması idi.
Realitenin idealiteye karşılık düşmesi için değişime açık olması, politik realitenin yapıcısı olan istencin etkin olması, insanın ve insanlığın özgür olması gerekir. Despotik kültürler özgürlüğü yadsımalarında gelişimi yadsırlar, varolan olgulara sıkı sıkıya sarılırlar, ve kültürel bir pıhtı olarak sonsuza dek değişmeden sürmeyi isterler.
Yurttaş Toplumu bir kavramdır, tüm bireyleri özgür yurttaşlar olarak, kendi duyunçları ile ve istençleri ile yaşam biçimlerini özgürce belirlemeyi isteyen insanlar olarak kapsar. Modern demokratik devlet kavramı böyle bir topluma uygun düşen devlettir, çünkü onda yasama gücü yurttaşa aittir, ve yurttaş yasamasının ussallığının güvencesini aynı zamanda evrensel de olmasında bulur. Demokrasinin ya da devletin niteliği yurttaşın niteliği üzerine bağımlıdır, ve hak eşitliği temelinde yurttaşlık realitesinin göreli olarak yeni olması, ancak modern döneme ait olması henüz kavramın idealitesine ulaşmak için alınması gereken uzun bir yol olduğunu imler. Önemli olan değişimi sürdürebilmektir. Yurttaş Toplumu kavramı yalnızca Batıya ait olmakla kalmaz, ama modern Batı Toplumları kavramının kendisini belirleyen birincil kavramdır. Bu noktada Doğu toplumlarının henüz ne ölçüde modern Yurttaş Toplumu kavramına uygun düştükleri sorusu önem kazanır, çünkü modernliğin aşağı yukarı tüm ürünlerinden yararlanmaya başlamış olsalar da, toplumsal ve politik yapılarında henüz geleneksel despotik kültürlerinden kurtulmuş ya da kurtulmayı istiyor gibi görünmemektedirler.
Demokrasiyi "yayma" anlatımı demokrasiyi dışarıdan aşılanabilecek bir virus gibi, bir tür bakteri ya da belki de bir tür bitki tohumu vb. gibi alır. Demokrasi "yurttaş" istenci üzerine dayanır ve istenç özgürlüktür. Özgürlük zor yoluyla yayılamaz çünkü bir bilinç sorunudur. Zor yalnızca fiziksel bir kavram değildir ve insanı tinsel olarak zorlamak da olanaklıdır. Ama özgürlük bilincinin kazanımı nasıl beden üzerinde uygulanacak işlemler yoluyla başarılamazsa, düşünce üzerinde yapılacak zorlama da kavramsal bir çıkarsama yoluyla bilgilenme değil, ama en iyisinden dışsal nedenler yoluyla
|
|
A supporter of defeated Iranian presidential candidate Mir Hossein Mousavi shouts slogans during riots in Tehran on June 13, 2009. — İran'da seçimler despotlar arasından en iyisini seçme problemine bir çözüm bulmanın yöntemidir. Seçimlere başından sonuna ve sonuçlarına dek uygarlık ve ussallık değil, bir kabalık ve şiddet havası egemendir. Bu bayan “seçmen” şu ya da bu teokratik önderi seçebilir, ya da giderek başka bir durumda “demokrasi” olarak düşündüğü şey için de yumruğunu kaldırabilir. Tümü de onun için birdir ve tümü de onun için bir yumruk sorunudur çünkü henüz özgürlük bilincinden yoksundur ve demokrasiden yana olması bile salt bir boyun eğme davranışından daha iyisi olmayabilir. Demokrasi yasa egemenliği ile birdir ve yasa bilincini kavramış bir toplumu gerektirir. Bu nedenledir ki demokrasiyi bir erdem rejimi olarak, kendi istencinin bilincinde olan özgür yurttaşın rejimi olarak kabul ederiz.
İran halkının problemi Şah'ın zorbalığı ve Molla zorbalığı arasında seçim yapma problemi idi. İran'da başka bir seçeneğin, bir Özgürlük seçeneğinin olduğunun bilinci yoktur. “Zorbalık kültürü,” “şiddet kültürü” gibi birşeyden söz edebiliriz. Ama zorbalığın, şiddetin “uygar” olmasından söz edemeyiz. Uygarlık barış, dinginlik, ussallıktır, kendini bilmeyi gerektirir.
Harvard öğretim üyesi Samuel P. Huntington “uygarlıklar çarpışması” gibi birşeyden söz ederken büyük bir pot kırdığını gözden kaçırdı. Çarpışma ya da savaş istenç gerektirir. İslamik dünyanın bir istenci yoktur. Ve çoktandır bir “uygarlık” olmaktan da çıkmıştır. Bu dünya 16’ıncı yüzyıldan bu yana dünya tarihinden çekilmiştir. Ölü bir dünyadır. Arap Baharı despotun despot ile çarpışmasından öteye geçmedi ve yüz binlerce insanın ölümüne, milyonlarcasının göçüne, ve yeryüzünün şurasında ya da burasında rasgele terör saldırılarına neden oldu. |
Niçin “Nefret Kültürleri”? Varoluşlarını yediklerine, içtiklerine, giydiklerine göre tanımlayan, birbirlerine işkence etmeye ve birbirlerini yok etmeye doymayan insanlar yalnızca despotun despot ile kavgasını sahneleyen oyunculardır. Bu kültürlerde değerler yalnızca en değersiz boşinançlardır ve yaşamlarında ussal hiçbirşeye yer yoktur. — Böyle “uygar” kültürler başka “uygarlıklar” ile çarpışacak bir istençten yoksundur. Gerçekte daha şimdiden yenilmişlerdir. Ölüdürler. İç kavgalarının nedeni dışsal simgeler ya da boşinançlar değildir. Neden yalnızca nefret ve ona bağlı yok etme dürtüsüdür. Orada en büyük tutku nükleer bombaya kavuşmaktır. Bu kültürler uygarlaşmaktan, özgürleşmekten, insanlaşmaktan vazgeçmiş, kendi özsel doğalarına karşı dönmüşlerdir. Kendi kendileri ile, kendi içleri ile çarpışmaktadırlar. Varoluşları korku ve boyun eğme, zorbalık ve şiddet, saldırganlık ve yok etme gibi etmenler tarafından belirlenir. Böyle heyecanlar içinde, ussal hiçbir düşünceye, hiçbir karara, hiçbir eyleme yetenekli değildirler. Ve barışı öğrenemedikleri için, içlerinde nefret olarak nefret, amaçsız nefret başat olduğu için, her zaman kolayca yok edecek bir hedef bulabilmektedirler. Bilinçli, ussal bir amaçları olmadığına göre, yok etme dürtülerini doyurmak için her hedef uygundur: Irak, İsrail, ABD, Türkiye, ya da Ahmedinejad'ın kendisi ya da Mir Hossein Mousavi. Ne olursa. |
Postmodern “Etik” ve Nükleer Fanatizmi Kucaklamak
Doğal bilincin anlamadığı kavramları ile okuduğu yazılar kendileri de onları anlamadan yazan yazarların ürünleridir. Michel Foucault ve okurları duruma bir örnektir. Genel olarak, okuma süreçlerinde umutsuz bir görelilik tonu egemendir. İster postmodernist isterse sofist görelilik diyelim, bu doğal bilinç için irrasyonalizm işlerin normal durumdur. Bu bilinç bu bilinçsizliği ile Tarihi yapmakta olan etmendir. Eğer teleolojik olmaksızın Tarih bu bilincin ve istencin eline kalsaydı, varoluş bir görelilik tiyatrosu olmanın ötesine geçemezdi. |
Tahran'da Şahyad Kulesi (daha sonra Azadi Kulesi) çevresinde Michel Foucault'nun yoldaşları olan İranlı devirimciler tüm dünyayı imrendiren uygarlık, mutluluk ve sevgi gösterileri yapıyor, 1979.
İran'ın ona bölge için ve dünya için büyük önem kazandıran kaygısı nükleer bomba için duyduğu muazzam tutku oldu. Geriliik, yoksulluk, eğitimsizlik gibi önemsiz problemler ile ilgilenmeyen molla rejimi yüksekliğini, soyluluğunu ve bir devlet olarak büyüklüğünü nükleer bomba ile tanıtlamayı istemektedir.
Güleryüzlü despotları ile, İran rejimi göreli bir idealdir. Ama kültürel-çoğulculuğa önem vermeyen ve postmodernizmi dikkate almayan “tinsel politika” İran rejimini saltık model olarak görmektedir. |
Eğer normlar yalnızca göreli ise ve bir evrensel ölçün yoksa, o zaman her etik dizge kendi için meşrudur, hiç biri ötekinden daha iyi ya da daha kötü, daha etik ya da daha etik-dışı değildir. Etiği yok sayan bu görelilik zemininde, devrimci Michel Foucault İran’ın despotik molla devriminin saflarına katıldı.
Bu ön-modern ya da daha doğrusu post-modern teokratik rejim kendini Batının modern etiğine karşıtlığın terimlerinde tanımlıyordu. Bu rejim iyiyi ve kötüyü vb. saltık olarak değil ama ancak göreli olarak görebilen bakış açısından, ve ancak postmodern bakış açısının anlayabileceği nedenlerle, Batının demokrasilerinden daha kötü olamazdı. Aslında, postmodern göreliliği şaşırtıcı bir tarzda da olsa, bu fanatizm her nedense göreli bir kutlamayı hak edecek denli iyi idi. Fanatizm ancak fanatizm tarafından kutlanabilir. Ve bir fanatiğin kendini radikal ve liberal olarak da görebilmesi postmodern bilinç için bütünüyle normaldir.
Demokrasiyi, evrensel insan haklarını, duyunç özgürlüğünü, kısaca insanı insan yapan modern belirlenimleri anlamayan ve gelişme kavramını tanımayan postmodern bakış açısından, her rejim kendi için en azından başka her biri ile eşit ölçüde iyi idi. Michel Foucault İran’a iki kez yolculuk yaptı ve sayısız çirkin, insanlık dışı, ahlaksız davranışı yanısıra getiren “politik tinselliği” coşkuyla kutladı. İran devrimi bu enteresan bilinç için usu edimsel olarak çürütüyor, usdışının us üzerindeki utkusunu eylemde kanıtlıyordu.*
|
Evrensel insan hakları, evrensel duyunç özgürlüğü, evrensel politik özgürlük gibi normlar moral göreciliğin kavrayışının ötesinde yatar. Bilinçli usdışı bakış açısı güzelliğin, etiğin, bilginin evrensel ve saltık karakterini reddeder. Ve bu kavramların evrensel olmaları gerçeğin olağan durumu ise, o zaman usdışı bakış açısı insan varoluşunda genel olarak değerler olarak kabul ettiğimiz bu belirlenimleri yadsır. Bu saçmalığa inanmak güç görünür. Ve normal olarak insanlar böyle saçmalıkların savunuluyor olamayacağını kabul ederler. Ama postmodern bilincin karakteri usdışının en aşırı çıkarsamalarını yapmak, normal bilinci dehşete düşürebilecek vargıları ortaya sermektir — ve hiç kuşkusuz çıkarsamaların kendilerinin kendine karşı dönen usun bir işlevi olduğunu bilmeksizin.
Entellektüel planda, etik görgücüler tarafından yararcılığa ve pragmatizme indirgenerek rafa kaldırıldı: Yarar ve sonuçlar moral değerin belirleyicisi, yaratıcısı, ve ölçütü idi. “İnanca yer açabilmek için bilgiyi yok etmek zorunda kaldım” diyen Kuşkucu Immanuel Kant’ın sözlerinde, “insanın yamuk tahtasından düzgün hiçbirşey yapılamazdı.” Kant hiç kuşkusuz ancak yamukluğa değer veren bir kültür tarafından ciddiye alınabilirdi. Bilme yeteneği olmayan, beyni yalnızca öznel görüşlere ve bunların her biri eşit ölçüde geçerli eleştirilerinin üretimine sıkışmış insan doğallıkla etik gelişme yeteneğinden de yoksun olacaktı. Etik bir bilgi sorunudur, bir kuşku sorunu değil. İnsanı değersizleştiren nihilist felsefelerin popülerliği çağın entellektüel kültürünün sağlığı konusunda en güvenilir ölçütlerden biridir. Yine örneğin etik-dışı bir kültür kesiminin gözde yazarı olan varoluşçu, nihilist ve başka şeyler arasında ayrıca anarko-komünist eğilimleri de olan Albert Camus için insan doğrudan doğruya “saçma” idi, ve “l’homme absurde” ile, kendi karakterlerinden birinin örneği ile milyonlarca istekli okura duyunçsuz insanın etik-dışı karakterinin prototipini sevdirdi. Jean-Paul Sartre ise “seçme özgürlüğünü” özgürlük olarak gördü, insan özü diye birşeyin olmadığını çünkü “varoluşun özü belirlediğini” ileri sürdü. Bu nesnel bir gerçeklik değildi. Yalnızca Sartre moral göreliliğe ve kültürel çoğulculuğa uyarlanmış bir insan doğasından yana çıkıyordu. Ve bu özsüzlük zemininde giderek “terörü” bile yoksul insanın silahı olarak aklamada bir sorun görmede ve “despotizm hümanizmdir” dedi. Tarihsel materyalizm için insan bilinci tüm donatımı ile ekonomik altyapının bir yansıması, salt bir türev idi, ve üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin, makinenin ve sömürünün egemenliği altında düşünemediği için tembel bir kurtarıcıya gereksinimi vardı. Heideggerci Marxist Herbert Marcuse’nin “tek-boyutlu” insanı varolan usdışı toplumsal ve politik yaşama karşıtçılığını silmiş, özgürlüğe yeteneksiz bir uyuşumcu idi ve tek-boyutlu gençlik tarafından kendi öz portresi olarak coşkuyla kabul edildi. İstenç ve duyunç kavramlarını boş metafizik olarak gören Viyana Çevresi pozitivistleri “özgürlük” sözcüğünü duydukları zaman kendilerini gülmekten alamadıklarını yazdılar. İnsanlık bu entellektüel çöplüğü dinlemedi. |
|
William Shockley (1910-1989). Nobel ödüllü Amerikalı fizikçi. Nokta uçlu transistörün (point contact transistor) bulucusu.
In July 1945, the War Department asked Shockley to prepare a report on the question of probable casualties from an invasion of the Japanese mainland. Shockley concluded:
"If the study shows that the behavior of nations in all historical cases comparable to Japan's has in fact been invariably consistent with the behavior of the troops in battle, then it means that the Japanese dead and ineffectives at the time of the defeat will exceed the corresponding number for the Germans. In other words, we shall probably have to kill at least 5 to 10 million Japanese. This might cost us between 1.7 and 4 million casualties including 400,000 to 800,000 killed."[9]
This report influenced the decision for the atomic bombings of Hiroshima and Nagasaki to force Japan to surrender without an invasion.[10]
Kötü bir yönetici ve daha da kötü bir iş adamı olarak görülen Shockley'in genetik konusunda tuhaf görüşleri vardı. Shockley IQ ölçümleri 100'den düşük olanların gönüllü kısırlaştırılmasnı önerdi. (LİNK: Wikipedia) |
|
Etik bilincin gelişimi varolan durumlara uygulanan kavramların gelişimidir.
Kavramın üretimi. Bir bilinçte tikel bir kavramın ilk kez doğuşu nasıl olur? Kavram duyusal olarak mı algılanır?
Kavramın uygulaması. Bir bilinçte daha şimdiden bulunan bir kavramın bir duruma uygulanması nasıl olur?
Evrensel özgürlük kavramından yoksun bilinç için kölelik insan haklarının çiğnenmesi değildir. Yasa kavramından yoksun bilinç için zorbalık, diktatörlük, giderek tiranlık işlerin normal durumudur. Ve bilinç böyle özgürlük, yasa egemenliği gibi kavramları duyusal algı yoluyla kazanamaz çünkü bunlar duyusal nesneler değildir. Bu kavramlar düşünmenin ürünleridirler, ve her insanın düşünme yetisi vardır. Gereken şey düşünme özgürlüğüdür. |
|